İnsanı nerde gördün?

Dervişe sormuşlar: “İnsanı nerede gördün?” Yanıt vermiş: Düşerken gördüm insanı. Tutunduğu tuğlayı Rabbi bilmekle meşguldü. Oburunun putuna İbrahim’di, oburunun günahının masumuydu düşerken insan. O denli bir düşüşle düşüyordu ve bu düşüş ona o denli büyük bir zevk veriyordu ki mest oluyordu memnunluktan. “Benim kararım” diyordu, “benim sevabım” diyordu, benim günahım, benim Rabbim, benim dünyam, benim hayatım. Her “benim” dediğinde düşüyordu insan. Düşmenin her tipini ezberine aldığını zannederek düşüyordu. Üstelik düşerken dönüşü bildiğinden yüzde yüz emindi. Döneceği yerin orada, öylece kendisini beklediğinden hiç kuşkusu yoktu.
Dönemedi. Düşmesine pürüz olamadı. Düştüğü yerde, başına neyin geldiğini anlamaz bir halde, ayağa kalkmak için uğraşmak yerine şaşkınca müzik söylerken gördüm ben insanı. “Hu” deyip geçtim.
Dervişe sormuşlar: “İnsanı nerede gördün?” Karşılık vermiş: Kendine güvenirken gördüm insanı. Gençliğine, hoşluğuna, malına, mülküne, bahtına, tahtına, çoluğuna, çocuğuna güvenirken gördüm insanı. Kızıldeniz’in ikiye yarılabileceğine inanmıyordu. Yedi yıl kıtlık olabileceğine inanmıyordu. Kılıç yarasına inanmıyordu. Vezirinin hain olabileceğine inanmıyordu. Yalnızca kendine inanıyordu. Her şeyin kendisiyle başlayıp kendisiyle biteceğine o denli emindi ki kendisinden diğer hiçbir şeyin gerçek olabileceğine dair bir iman emaresi geliştirmeyi bile zül addediyordu.
Sımsıkı kapattığı kapılara karşın bir sinek geldi de burnundan giriverdi insanın. Çektiği acılar yüzünden başına tokmaklarla vurdura vurdura ölürken gördüm insanı. “Hay” deyip geçtim.
Dervişe sormuşlar: “İnsanı nerede gördün?” Yanıt vermiş: Kisvesi farklı, kendisi başka gördüm insanı. Kim olduğunu kimseye göstermemeye ant içmişken gördüm. Özünü başka, kelamını farklı gördüm. Lisanıyla ikrar ettiğini kalbiyle inkar ederken gördüm. Sonunda özünü de unuturken, kelamını de unuturken gördüm insanı.
Kendinden çıkardı insan sonunda kendini. Kendinden geriye hiç kimse kalmayana kadar soydu kendini. Unuttu kendini. “Allah” deyip geçtim.
Dervişe sormuşlar: “İnsanı nerede gördün?” Karşılık vermiş: Aşksızlıktan kırılırken gördüm insanı. Bir çift göze, bir çift kelama akıvermeyi reddederken gördüm. Kurumuş ağaç koluna dönmüş gördüm insanı. Kalbini unuturken gördüm. Süratli trenlere biniyor ve geride bırakıyordu ruhunu. Unutuyordu bir çiçeğin tam oradaki rastlantısallığının aşktan öteki bir manaya gelmediğini. Cızırtıyı musiki, lakırdıyı şiir, kıylükâli aşk zannederken gördüm insanı.
Üzüldüm bu sefer. Durdum bir lahza insanın yanında. Tekrar de kaç sonra “aşksızlara verme öğüt, öğüdünden alır değil, aşksız kişi hayvan olur, hayvan öğüt bilir değil” dedim ve “Ya Muhsin” deyip geçtim.
Dervişe sormuşlar: “Peki nasıl seçtin yürüyüp gitmeyeceğin, kalacağın yeri?” Yanıt vermiş derviş: Sırrımı dersem artık sır olmaktan çıkar. Fakat tahminen şu kadarını söylemeye müsaadem vardır. Yüzlerine baktım insanların. Alınlarında işaretler gördüm. Gözlerinde derinlikler gördüm. Kalplerinde samimiyet gördüm. Lisanlarında hoşluklar gördüm. “Ya Latif” deyip çöktüm oraya.
Neyse, bir şey anlatacaktım ben size.
Veysel Karani’ye bir adamın ahvalini anlatmışlar. Adamcağız bir kabir kazmış, bir kefen giymiş, otuz yıldır o mezarın başına gidip ağlar, öteki da bir şeyle meşgul olmazmış. Ağlamaktan sararıp solmuş, mecali kalmamış bir adamcığa dönüşmüş.
Veysel Karani, varıp gidip bulmuş bu adamı. Boş mezarın başında hıçkırarak ağlıyormuş. Veysel Karani adama “behey şaşkın” demiş, “bu mezar ve bu kefen seni otuz yıldır Allah’tan alıkoydu. Sen Allah’ı düşünerek O’nu zikretmek yerine daima kefeni, mezarı vefatını düşündün. Yuf olsun sana.”
Allah. Eyvallah.