Havuzun taşları

Dervişe sormuşlar: “Yârdan ayrılmaktan korkar mısın?”
Dedik ya, bizim derviş az değişik adamdır. Kimine beklediği yerden, kimine ummadığı köşeden verir karşılığı. Bu kere, dümdüz söylemiş: Ayrılık, yârin kendisinden öteki biri olduğunu düşünenin endişesidir. Yâr öyledir ki ortaya “ve” de girmez, “-ile” de girmez. “Yâr benim, ben de yârimim” demek zaittir. Çünkü “yâr benim” demek, yâr ile kendi ortanda bir ara olduğunu ihsas ettirir ki insanın yârinin olmadığına delalet eder.
Meraklı ya dervişe soru soranlar. Sormuşlar tekrar: Yani asıl sıkıntı yârda yok olmak mıdır?”
Derviş, bir birçok sustuktan sonra konuşmuş: O senin dediğin yâr değil, yardır. Yardan aşağı atlayan yok olur. Yârda yok olunmaz, tam bilakis insan yâr ile var olur. İnsanın varlığının mebdei de, melcei de, evveli de, ahiri de yârdır.
Anlamamış soruyu soran. Öteki bakımdan sormaya karar vermiş: “Ger men men isem nesin sen ey yâr” diye ünleyen şair haklı mı?
Derviş eyitmiş: Haklı değil amma mazur. O da yâri kendisinden gayrı sanmakla mazur. Birçok bilmişe sorsan sana der ki “madem aşk vardır, orada öbür vardır.” Eh, haksız da değildir. Haksız değildir ancak eksiktir. Orada diğer vardır lakin diğer olan yâr değildir. Öbür olan aşkın kendisidir.
Öyledir. “Aşk gelicek cümle eksikler biter” diyen şair düzgünce bilir ki aşk olmadı mı olanı olmuş sayma.
Muhammed(s.a.v)’in ismi anılınca bayılıp düşen adamlardan kelam eder tarih kitapları. “Anam babam sana feda olsun” diyen adamlardan bahseder. Düşün ki nedir yâr ile var olmak?
Anlatılır. Musab’a “Arapların prensi” derlermiş. Güzellik dersen onda, zenginlik desen onda, asalet desen onda. Anası önüne atılıp, ayaklarına yapışıp yalvarırmış ona: “Gitme” dermiş. Musab da “gitmesem öldüm say” dermiş.
İnanıyorum ki gitmese ölürdü Musab. Zira yaşamanın yolunu bir sefer buldu mu insan, gitmese ölür. Bunu bilmeyene de, meskenlerden ırak, “gafil” denir.
Şaire “ölümden korkmazam be hey yarenler / budur kaygım yârdan ki ayrılam ben” dedirenin ne olduğunu bir anlasak, ah bir anlasak ikilikten geçtik, biri birden seçtik, sıratı hoplayıp aştık say.
Kıldan ince kılıçtan keskin olan sırattır derler fakat pek kulak asma. Kıldan ince, kılıçtan keskin olan sırata alnının akıyla vasıl olmaktır. Mansur üzere berdâr da olsan, Yavuz üzere serdâr da olsan, Mecnun üzere kaygıya giriftâr da olsan yarın Hakkın divanına varınca senden pul da istemezler çul da. Bir alın isterler ki ak ola, pak ola, ışıklı ola, açık ola.
Neyse. Bir şey anlatacaktım ben size.
Buhara’da, Ender Divan Beği Medresesi’nin karşısında, Leb-i Havuz’un kenarında bir derviş yıllardır sessizce otururmuş. Ne sadaka ister, ne konuşur, ne de bir şey yermiş. Görenler, “Acaba meczup mi?” diye düşünürmüş.
Bir gün kent kadısı gelmiş havuz başına. Kalabalık onu görünce yol açmış. Kadı, dervişe yaklaşmış, yüzüne bakmış, “sen burada ne yaparsın ey derviş?” demiş.
Derviş, gözlerini açmış ve kadıya bakmış. Karşılık vermemiş. Kadı yeniden sormuş: “İnsan ilimle, amelle, kelamla meşgul olur. Sen bu türlü susarak ne elde edersin?”
Derviş bu sefer yavaşça konuşmuş: “Ey kadı efendi… Sen konuşarak karar verirsin, ben susarak karardan kurtulurum.”
Kadı bir an irkilmiş. “Ne demek bu?” demiş. Derviş elini havuza uzatıp bir taş atmış. Suda halkalar oluşmuş. Sonra demiş ki: “Söz de taş üzeredir. Attığın vakit halka halka büyür. Şayet neyi niye söylediğini bilmezsen, o kelam bir gün geri gelir ve seni bulur. Ben ise yıllardır bu havuza bakar, içimdeki taşları atmaktan vazgeçmeye çalışırım.”
Kadı derin bir nefes almış. Cübbesini toplamış ve yavaşça oradan uzaklaşmış. Gerisinden bakıp iç geçirmiş derviş: “Sözle aşk mı olur a şaşkın. Aşk dediğin susmağ ile…”
Allah. Eyvallah.