Trump bugün var yarın yok, sen tarihi iyi oku

Endülüs fâtihi Târık bin Ziyâd beş bin kişilik ordusu, doksan bin kişilik İspanya ordusunu perişan etmişti.
Endülüs, Müslümanların 711’de ayak basıp 1492’ye kadar siyaseten hâkim oldukları İber yarımadasının ismidir.
Târık, hükümdarın hazineleri üzerine ayağını koyarak kendi kendine şöyle dedi:
“Ey Târık! Dün boynu tasmalı bir köle idin. Gün geldi, Allah seni hürriyetine kavuşturdu. Sonra da bir kumandan oldun. Bugün, Endülüs’ü fethettin ve hükümdarın sarayında bulunuyorsun. Şunu düzgün bil ve hiçbir vakit unutma ki, yarın da Allâh’ın huzûrunda olacaksın!”
**
Irak ve Horasan buyruğu Hanefi mezhebinin kurucusu İmamı Azam Ebû Hanîfe’yi üç sefer kadılık vazifesine çağırdı. Ebû Hanîfe istemedi.
Bunun üzerine onu kamçılatacağına ve zindana attıracağına yemin etti ve dediği üzere de yaptı.
Öyle ki Ebû Hanîfe’nin yediği dayaktan yüzü ve başı şişti.
Fakat o bu halde iken bile şöyle diyordu: “Dünyada yediğim bu kamçılar, ahiretteki o demir kamçılardan daha hafiftir!”
**
Buhara doğumlu Şâh-ı Nakşibend Hazretleri’nin yetiştirdiği büyük velîlerden Muhammed Pârisâ, hacca giderken yolu üzerinde uğradığı Bağdad kentinde genç bir sarrafa rastlar.
Gencin birçok müşteriyle durmadan alışveriş hâlinde olup vaktini çok dünyevî meşgûliyetlerle geçirdiğini zannederek üzülür.
İçinden; “Yazık! Bu delikanlı Hakk’a kulluk edeceğine dünya ile meşgûliyete dalmış!..” der. Ancak gencin kalbine nazar edince şaşkınlıkla görür ki, vücut dünyevî meşgûliyette, kalb ise Rabb’iyle birlikte.
Bu sefer: “Mâşâallâh! El kârda, gönül yarda!..” buyurarak genci takdîr eder.
Hicaz’a vardığında da Kâbe’nin örtüsüne sarılmış içli içli ağlayan ak sakallı bir ihtiyarla karşılaşır.
Önce adamın yana yakıla yalvarmasına ve dış görünüşüne bakarak: “Keşke ben de bu türlü ağlayarak Hakk’a ilticâ edebilsem.” der ve adamın hâline gıpta eder. Sonra onun da kalbine nazar edince görür ki, bütün duâ ve ağlamaları, fânî bir dünyalık talebi içindir. Bunun üzerine kalbi, mahzun olur.
**
Hikayesini anlatarak cevaplıyor; “Asla palavra söylemedim. Palavrası kâğıda bile yazmadım ve hiç palavra düşünmedim. İçim ile dışımı bir yaptım. Bunun için işlerim daima rast gitti.
Küçük bir kafile ile Bağdat’a gitmek üzere yola çıktım. Hemedan’ı geçince, altmış atlı eşkıya çıkageldi. Kafilemizi bastılar. Kervanı soydular.
İçlerinden biri benim yanıma geldi. “Ey çocuk! Senin de bir şeyin var mı?” diye sordu.
“Kırk altınım var” dedim.
“Nerededir?” dedi.
“Koltuğumun altında dikili” dedim.
Alay ediyorum zannetti. Beni bırakıp gitti.
Bir diğeri geldi, o da sordu. Lakin o da bırakıp gitti.
İkisi birden reislerine gidip, bu durumu söylediler. Reisleri beni çağırttı. Bir yerde, kafileden aldıkları malları taksim ediyorlardı.
Yanına gittim. “Altının var mı?” dedi.
“Kırk altınım var” dedim.
Elbisemin koltuk altını sökmelerini söyledi.
Söküp, altınları çıkardılar. “Neden bunu söyledin?” dediler.
“Annem, ne olursa olsun palavra söylemememi tembih etti. Doğruluktan ayrılmayacağıma kelam verdim. Verdiğim kelamda durmam lazım” dedim.
Eşkıya reisi, ağlamaya başladı ve haydutluğu bıraktığını söyledi.
Yanındaki 60 haydut da pişmanlıkta reislerine uydu. Kafileden aldıkları malları sahiplerine geri verdiler.
**
“Ey çocuk, senin ne günahın var da ağlıyorsun?
Çünkü sen şimdi mükellef bile değilsin.” dedim.
O da: “Böyle söyleme; anneme bakıyorum, büyük odunları küçüklerle tutuşturuyor.” dedi.”